Bu sayfada yeralan verilerin tamamı özgün içeriktir. Antrakt Sinema’dan izin almadan tamamı ya da parçası kopyalanamaz, kullanılamaz.

Ömer Leventoğlu

Ömer Leventoğlu (önde) ve Mavi Ring ekibi...

Ömer Leventoğlu ve Şerif Şahiner.

Ömer Leventoğlu

 

SÖYLEŞİ: Her detayında gerçeklik olan bir kurmaca; Mavi Ring

Sosyal bilim ve ekonomi yazılarıyla belli bir kitlenin tanıdığı Ömer Leventoğlu, ilk uzun metrajlı kurmaca filmi Mavi Ring ile karşımızda. Film Nisan 2013’te İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti, 8 Ekim 2013 Salı günü ise Antalya Film Festivali’nde öncelikli ulusal yarışma jürisinin aynı anda da festival konukları ile Antalyalılar’ın beğenisini sunulacak. F Tipi nedeniyle ölüm orucuna yatan mahkûmların bir cezaevinden başka bir cezaevine sevkini anlatan film, dramatik yapısı ile geçtiğimiz sezon izlediğimiz F Tipi filmlerinden ayrı bir yeri hak ediyor. Ömer Leventoğlu ile sanat anlayışını, neden sinemaya geçtiğini ve filmin zorlu yapım sürecini konuştuk.

Söyleşi: Kültigin Kağan Akbulut / Fotoğraflar: Dilek Yaman
(Söyleşi metni ve fotoğrafların bütün yasal kullanım ve paylaşım hakkı Antrakt'a aittir. Kaynak göstermeden kullananlar hakkında ve karşısında hukuksal haklar saklı tutulmaktadır.)

Yıllardır farklı mecralarda sosyal bilimler ve ekonomi alanında yazı yazdınız. 2000 sonrasında da sanata yöneldiniz. Bu üretkenlik nereden geliyor?

Aslında çok üretken biri değilim, hatta tembel bile sayılırım. 1994’te gazeteciliğe başladım. O zaman şöyle düşünüyordum: Eğer dünyayı kurtarmak istiyorsan gazetecilik yapmalısın. Ben ziraat ve ekonomi okumuştum. Sonra ekonomi yüksek lisansı yaptım. Özgür Üniversite’de dersler verdim. O zaman da diyordum ki dünyayı kurtarmak istiyorsan ekonomi politik bilmelisin. Tabi, edebiyat her zaman hayatımda vardı. Biraz edebi metinler yazmaya başladığım zaman sanat ve hikâye, onun edebi ifadesi, bunun üzerine kurulu bir dünya aslında daha iyi bir dünyadır, diye düşündüm. Çalışkan bir insan değilim ama tutkularımın peşinde koşuyorum. Aslında biraz fikirlerim, duygularım, tutkularım beni yönetiyor.

Sosyal Bilimler alanından sanata geçiş nasıl oldu?

Sosyal Bilimler, sanattan kopuk değildir. En azından benim ilgilendiğim biçimiyle ve formuyla. Ekonomi politik üzerine çalışıyorsanız, estetikten yoksun bir dünya tasavvurunuz olamaz. Dolayısıyla sanat ile sosyal bilimler hep birbiriyle iç içedir: Ana dinamik daha iyi bir dünya tasavvurudur. İnsanoğlunun tüm hikâyesi bunun üzerine kuruludur. Dolayısıyla insan yaşadıkça olgunlaştıkça önünde sonunda sanata ulaşır. Bu bütün Sosyal Bilimciler için de geçerlidir. En katı materyalistlerden biri olarak bilinen Karl Marx da böyledir. Olgunluk dönemi metinleri sanat ve estetik üzerinedir. Bunu bütün bilge insanlar için söyleyebiliriz. Tarihten bu yana bize ilk destanı yazan Homeros’ta bile böyledir. Toplumsal bir durumu resmeder ama bir şiirle, estetikle anlatır. Dolayısıyla bunları birbirinden ayıramayız. Dolayısıyla sosyal bilimlerden sanata “geçiş” yerine bir “olgunlaşma” şeklinde ifade etmek daha doğru olur.

Kısa film ve belgesel çektiniz. Uzun metraja geçme serüveniniz nasıl oldu?

Kürtlerde dengbej vardır, bilirsiniz. Kendimi daha ziyade dengbeje benzetirim. Dengbej bir hikâye anlatır. Ben de hep hikâye anlatmaya çalıştım. Gazeteciyken de, tiyatro metni, öykü yazarken de, kısa film, belgesel yaparken de bir hikâye anlatmaya çalıştım. Bir dengbejin tutkusu, ondaki aşk, feza, budur aslında beni harekete geçiren. Gerisi teferruattır. Olanağınız kısa film çekmeye uygunsa, onu yapıyorsunuz, gazetecilik olursa onu yaparsınız, uzun metraj film çekme olanağınız varsa onu yaparsınız. Hiçbir olanağınız yoksa yazarsınız, yoksa çalar söylersiniz. Bunların hiçbiri yoksa dışarı çıkar bağırırsınız. Bilincinizde, ruhunuzda bir şey vardır insanlara anlatılması gerektiğini düşündüğünüz ve onu anlatırsınız. Dolayısıyla bütün şahsi serüvenim budur. Uzun metraja gelirsek: Uzun metraj zor bir mesele. Şerif (Şahiner) Ağabey ile çalışırken, vuracağız, kıracağız, çok iyi yapacağız, dedik; motivasyonumuz yüksekti. Fakat işin içine girince zorlandık. Bir de sıfır olanakla başladık. Şerif ağabey ile eskiden beri çalışırız fakat öngörülerimizin hiçbiri tutmadı. Dolayısıyla çok zorlandık. Ancak hikâye anlatma tutkusunu kaybetmediyseniz, o işi sonuçlandırıyorsunuz. Söylemek istediğiniz söze ne kadar bağlı, ona ne kadar sadık olduğunuz önemlidir. Gerisi kendiliğinden geliyor. Bizim filmimiz battı, yarım kaldı, hatta külliyen gitmişti. Sonra adeta mucize yarattık. İlk kopyamız da kötü bir kopyaydı. Gittikçe belli bir seviyeye ulaştırdık.

Kaç yıllık bir süreçti bu?

İlk senaryoya 2011’in ocak ayında başladık. Üç yılı tamamlamak üzereyiz.

Senaryoyu Fuat Kav’ın romanından uyarlamışsınız. Nasıl bir uyarlama süreci oldu?

Bu bir uyarlama değil, esinlenme. Fuat Kav’ın Mavi Ring adlı bir kitabı var. Şerif ağabeylerin bir tiyatrosu vardı ve orada birkaç arkadaşla senaryo atölyesi kurmaya çalışıyorduk. Birisi bu kitaptan bahsetti. Kitabın kendisinde sinemasal bir malzeme yok açıkçası. Bir anı kitabı, 1999 yılında Eskişehir hapishanesinin kapatılması ve bütün hükümlülerin Aydın’a sürülmesini anlatıyor. Fakat hikâyenin yolu anlatan kısmı, son derece ilham vericiydi. Onun üzerine yoğunlaştım. Türk Tabipler Birliği bir açıklama yaparak, tıp etiği ilkelerine göre bu sevke imza atan doktorun meslekten men edileceğini açıklamış. Çünkü mahkumlar arasında açlık grevi yapanlar vardı. Ertesi gün hapishane doktoru “Ben buna imza atmadım, devlet hastanesinden bir doktor getirildi ve o imza attı” demiş. Bu benim için ilham oldu. Sinema hep bir soruyla başlar: “Ben de eğer bu sevke bir kadın doktor getirilmiş olsaydı ve o sevke katılmış olsaydı ne olurdu?” diye sordum. Bu sorunun cevabı bir senaryodur. Kitabın yolculuk bölümünden esinlendik. Karakterlerin çoğu kurmacadır. Bizim filmimiz her detayında gerçeklik olan bir kurmacadır.

Direnişçilerin birbirleriyle konuşmaları, halleri, tavırları ince ince işlenmiş. Bunu nasıl yaptınız?

Senaryonun inşa sürecinde çok çalışma yaptık. Esas mesaimiz oradaydı. 1999 yılında yapılan sevkteki mahkûmlar 300 kişiydi ve çoğu da yaşıyor. Bir kısmını İstanbul’a getirdik ve oyuncularla bir atölye yaptık. Bir hafta boyunca görüştüler. Örneğin sen hücrede yere düştün, diğer kişinin davranışı ne olurdu? Anlattıkça o kadar naif, hümanist, ince hikâyeler çıktı ki, bunların hepsi bir senarist için hazine. Bir aracın kasasında film çektik ve orada insan hallerine yoğunlaşmamız gerekiyordu. Bunun üzerine emek harcadık. Meselenin sırrı budur.

İlk uzun metrajını çeken bir yönetmen için, büyük bölümü bir aracın içinde geçen bir film çekmek risk almak mıdır?

Bizimki cesaret, hatta buna cahil cesareti diyebiliriz. Gri, demir, havasız, insanların ayaklarının birbirinin içine geçtiği bir odayı, seyircinin izleyebileceğini hayal etmek pek akıl kârı bir şey değil. Ancak uzun yıllar birlikte çalıştığım arkadaşlarla bir tutkunun peşine takılıp, bu hikâye böyle anlatılır dedik. Aslında görsel ve estetik bakımdan çok olanak sunuyor bu film; yollar ve konvoy sinemasal bir estetik getirecekti, belki de festivallerde jürinin gözünde puan alacaktı ama biz onu yapmadık. Bu direnişin böyle bir anlatıyı hak ettiğini düşündük. Bunun mantığını ve matematiğini kuramam ben size, bu duyumsanabilen bir şey.

Son yıllarda Kürt sineması gelişti, geçtiğimiz sezon da F Tipi hakkında birçok film çekildi. Filminizi bu atmosferde nerede konumlandırıyorsunuz?

Sinemadaki bu gelişmeler cesaret verici, biz de bu cesaretle işe giriştik. Bu emeği, coşkuyu, birikimi takdir etmekten başka şey diyemem doğrusu. İnsanlar gerçek hikayelerden sinemasal estetik hikayeler yarattılar. Bir de tabi Kürt toplumu kendi tarihinde olmadığı kadar dinamik bir dönem yaşıyor. Politikleşmiş bir toplum ve bu dinamizm müthiş bir yaratıcılığın da zeminini sunuyor. 1990’lı yıllarda kurulan Mezopotamya Kültür Merkezi, Türkiye’deki modern, çağdaş Kürt Sineması için en temel katkıyı yaptı. Hüseyin Kuzu, Ahmet Soner gibi hocaların katkısı çok oldu. Kazım Öz gibi iyi işlere imza atan yönetmenler çıktı. Yirmiye yakın uzun metrajlı film üretildi. Ben de kendi kişisel hikâyemle bağlantılı olarak bir şey anlatmak istedim. Yapmaya çalıştığım sinemaya Kürt Sineması ya da şu sinema bu sinema demeye cesaretim yok. Henüz bu vasfı hak edecek olgunluğu görmüyorum kendimde. İnsanlar filmi kafalarında bir yerlere yerleştirmeye çalışıyorlar. Bu nedenle, filmin tamamına bakıldığında Kürt sineması denebilir. Ancak biz eninde sonunda devrimcilerin hikâyesini anlatıyoruz ve etnik kökenleri önemli değil. Direnen insanların erdemini sinemaya taşıyoruz. Bunun da ötesinde asıl derdimiz sinema. Sinema bir sanat ve bu sanatın diliyle konuşuyoruz. Böyle konumlandırabilirim.

Direnişçilerin hikâyesine paralel olarak doktorun hikâyesini de anlatıyorsunuz. Doktor Pınar karakterini nasıl yarattığınızı açıklamıştınız. Ezgi Çelik ile çalışmanız nasıl oldu?

Hapishanenin bir doktoru var, hatta ismi tarihi belgelerde var. Ancak böyle bir karşılaşma, yüzleşme yok. Biz soru sorarak yola çıktık. Bu hikâyeyi daha güçlü, etkili olarak anlatmak için bir kadın karakterin şahadetiyle, bakışıyla, tanıklığıyla anlatmanın daha iyi olacağını düşündük. Çünkü bir yerde politik hükümlüler var, diğer yanda da devlet ve onun şiddet erkini kullanan asker var. Bilim adamıysanız makale yazarsınız, tarih yazarsınız. Ancak biz sinemacıyız ve insani nüvelere odaklandık: Kadının bir direnişçinin terini silmesi, nefes alması için bir mendil vermesi gibi. Kadın duyarlılığı taşıyan birinin filme girmesi bizim açımızdan sinemasal bir dil yaratma olanağı demekti. Ve bu kadın politik olmamalıydı, devletin tarafında ya da başka bir tarafta. Bu kadın burjuva ya da proleter de olmamalıydı. Bu kadın steril ortamlarda büyümüş, kentli, orta sınıf ve bir yandan vicdanlı olmalıydı. İki aktör var burada; direnişçiler ve otorite. Arada vicdan var. Bu hikâyede taraf olabilirsiniz ama hikâyeyi ne jandarmanın ne de direnişçinin yönünden anlatabilirsiniz.

Ezgi Çelik’e gelince... Doktor Pınar karakteri bizim için çok önemli olduğu için çok iyi oynayacak adaylar aradık. Ya biz bulamadık ya da oynamak isteyenler bizim kafamızdakine uyumlu değildi. Cast bakarken Ezgi Çelik ile karşılaştık. Tomris Giritlioğlu önermiş ve onun için geleceğin oyuncusu demişti. Randevu aldık, konuştuk, günler geçirdik, reflekslerini anlamaya çalıştık. İyi bir çalışma oldu bizim açımızdan. Riske girdik ve iyi ki girmişiz.

Nasıl bir prodüksiyon oldu?

Prodüksiyon en sancılı tarafıydı, bizi yıktı geçti. Hikâyenin askeri olması işi daha da zorlaştırdı. Hikâyenin araç gereç üzerine kurulu olması bir kat daha zorlaştırdı. O dönem 1987 model Renault TX taksiler var. Dönem arabaları, sektör olmuş, o nedenle biz günlüğü 500 liraya kiraladık. Hapishane yaptık ve bütçemizin çok büyük kısmını sanat yönetimine harcadık. İnşaatlar yaptık, sonra çekime gittiğimizde baktık para kalmamış.

Kültür Bakanlığı’ndan ilk film desteği almışsınız? Bu para ne kadar işinize yaradı? Sizi teşvik etti mi? Fon ve yapım meselesini değerlendirir misiniz?

Senaryoyu bitirdik. Bir yer kiraladık, bir ortak bulduk. Temel fikrimiz 20 kişinin biraraya gelmesi, kişi başı 10 bin TL yatırarak işe girişmesiydi. İlk 10 bin lirayı yurt dışından biri aşama aşama vermeye başladı. O parayla şirket kurduk ve işleri yürütmeye başladık. Amacımız bu şekilde çekmekti. Biz Kültür Bakanlığı fonuna bağlı çekmeyi planlamıyorduk, benim aklımın ucundan geçmemişti. Bir arkadaşımız önerdi, biz de olsa fena olmaz ama buna odaklı çalışmayalım dedik. Siz bana izin verin dosyayı hazırlayayım, dedi. Hazırladı ve gönderdi. Biz çekim hazırlığına başlamıştık. Frankfurt’ta ortağımla planlama yaparken haber geldi fon çıkmış diye. İşimize yaradı elbette, inkâr etmemek lazım.

Sinema elbette bağımsız yapılmalı, devlet fonuna bağlı olmamalı. Ama Türkiye’de acayip bir mantık gelişmiş. Devlet fonuyla film yapanlar bağımsız sinemacı sayılıyor. Ancak bu fon da devletin gökten zembille indirdiği bir kudretle ürettiği fon sayılmamalı, bu fonu da biz veriyoruz. Fakat politikacılar bu parayı havuç sopa yöntemiyle dağıtıyor. Sadece bugünün hükümeti değil, genel olarak politika budur. Kendine yakınları beslemek, uzakta olanları da olanaklardan mahrum bırakmak… Keşke bağımlı olmasak… Başka olanaklar yaratabilirsek başvurmayacağım.

Bu film için dünya ve Türkiye Sineması’ndan esinlendiğiniz yönetmenler kimlerdir, filmler nelerdir?

Hapishane filmi çektiğim için son 20 yılda çekilen tüm hapishane filmlerini izledim. Genel bir sinema dili olarak İran Sineması’nın şiirselliği beni büyülemişti. Tarkovski, Angelopoulous, Yılmaz Güney gibi birçok insan bizi etkilemiştir. Yılmaz Güney bizim başöğretmenimizdir.

Son olarak eklemek istediğiniz var mı?

Festivalde izlenecek film için en büyük katkı Muharrem hocamızındır (Moharram Zaynalzadeh). Filmimizin kurgu danışmanlığını yapıyor. Muharrem hocayı Mohsen Makhmalbaf’ın Bisikletçi (1987) filminden tanıyorum. İlk kopyayı yaptıktan sonra tesadüf eseri bir araya geldik ve dost olduk. Şimdi de yeni bir proje yapıyoruz. Hocam Altın Portakal Film Festivali’nde izleyeceğimiz kopyaya yeni bir bakış açısı getirdi. Üslup olarak da bizim dilimizin birbirine çok yakın olduğunu gördük. Dolayısıyla son nefesi, İran’ın kadim kültürünün nefesini Muharrem hoca verdi.

*****************************************************************

Ömer Leventoğlu
1969 Erzurum’da doğdu. 1994 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Ziraat Fakültesinden mezun oldu ve aynı yıl gazeteciliğe başladı. Özgür Ülke, Yeni Politika, Demokrasi, Global, Özgür Bakış, Yeniden Özgür Gündem, Ekonomik Gözlem ve Birgün gazeteleri ile Kanal-E televizyonunda muhabirlik yaptı. Siyaset, araştırma, edebiyat, tiyatro alanlarında birçok yayın yapan Leventoğlu 2006 yılından itibaren sinema çalışmalarına yöneldi; bir belgesel ve bir kısa film yönetti. 2009 yılının başından itibaren Özgür Politika Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmaktadır. Mavi Ring, ilk uzun metrajlı sinema filmidir.

2013 – Mavi Ring / SıwarêŞîn / The Blue Van
2008 – Çatlamış Toprağın Çocukları / Zarokên Axa Qelişî (Belgesel)
2006 – Yanık Sızısı / ÊşaŞewatê (Kısa Film)

 

Ana Sayfa | Film Arşivi | Gelecek Program | Haberler | Gişe Raporu | Köşe Yazıları

Mesafeli Satış Sözleşmesi | Teslimat ve İade Şartları | Gizlilik Politikası

© Antrakt Sinema Gazetesi | Tüm Hakları Saklıdır